YUNANİSTAN’DAKİ BAŞMÜFTÜLÜK, MÜFTÜLÜKLER İLE TÜRKİYE’DEKİ BAŞPİKOPOS VE METROPOLİT MESELESİ YUNANİSTAN’DAKİ BAŞMÜFTÜLÜK, MÜFTÜLÜKLER İLE TÜRKİYE’DEKİ BAŞPİKOPOS VE METROPOLİT MESELESİ Yrd. Doç. Dr Turgay CİN· Türkiye’deki Müslüman olmayan azınlıkların hukuki statüsünü belirleyen 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşmasıdır. “Azınlıkların Korunması (Ekaliyetlerin Himayesi)” başlığını taşıyan III. kesimde 37. maddeden 45. maddeye kadar ayrıntılı bir biçimde Müslüman olmayan azınlıkların “bireysel hakları” düzenlenmiştir. Bireysel haklardır. Çünkü Lozan antlaşması “Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları”na tanınan haklardan bahsetmektedir (39., 40., 41., 43. maddeleri). Burada 37. maddeden 44. maddeye kadar, 44. madde de dâhil olmak üzere düzenlenenler, Türkiye’deki Müslüman olmayan azınlıkların yararlanacakları haklardır. 45. Maddede ise; “Bu kesimdeki hükümlerle, Türkiye’nin Müslüman olmayan azınlıklarına tanınmış olan haklar, Yunanistan tarafından da, kendi ülkesinde bulunan Müslüman azınlığa tanınmıştır.” hükmü yer almaktadır. Yunanistan, Lozan Barış Antlaşmasının 45. maddesine sıkı sıkıya bağlı kalarak, Yunanistan’da “Türk yoktur”, “sadece Müslüman azınlıklar” vardır iddiasını ve söylemini bir devlet politikası olarak ilke edinmiş ve uygulamaktadır. Lozan Barış Antlaşmasının 37. maddesinden 45. maddesine kadar tanzim edilmiş olan hükümler incelenecek olursa, burada “Rum”, “Yunan” sözcüklerinin yer almadığını, “gayrimüslim” kavramının kullanıldığı görülecektir. Buna göre, Lozan Barış Antlaşmasının yukarıda belirttiğimiz ilgili maddelerine sıkı sıkıya bağlı kalarak –aynen Avrupa Birliği üyesi Yunanistan’ın yaptığı gibi- acaba Türkiye’de yaşayan bazı Ortodoks Hıristiyan Türk vatandaşları için kullanılan “Rum”, “Yunan”, “Helen” terimlerinin yerine, “gayrimüslim” ya da “Ortodoks Hıristiyan” terimlerinin kullanılması gerekmez mi şeklindeki soru anlam kazanmaktadır. Bunların Ortodoks Hıristiyan Türk oldukları, en azından bir kısmının Ortodoks Hıristiyan Türk oldukları konusunun işlenmesi gerekmez mi? Acaba tarihte Türklerin tamamı her zaman Müslüman mıydı? Hiç Hıristiyan ya da gayrimüslim Türk yok muydu? Ya da şu anda yok mu? Türkçeden başka lisan bilmeyen ve yer isimleri de Türkçe olan Karaman bölgesindeki Ortodoks Hıristiyan Türkler Yunanistan’a göç edenlerin diline, milli kimliklerine ne oldu? Yine Türkçeden başka lisan bilmeyen Gagavuz Ortodoks Hıristiyan Türkleri ne oldu? Özellikle Bafra bölgesi ile Doğu Karadeniz bölgesinden ve Ürgüp-Nevşehir bölgelerinden mübadele ile Yunanistan’a gittiklerinde tek kelime Yunanca bilmeyen ve tamamen Türkçe konuşan Ortodoks Hıristiyanlar ne oldu? Bunların gelenekleri, türküleri, dilleri kültürleri ne oldu? Acaba AB üyesi Yunanistan’da bunlar ana dilleri Türkçe ile eğitim yapabiliyorlar mı? Yukarıda sözünü ettiğimiz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşmasının 45. maddesinin iki yönü bulunmaktadır. Birinci yönü, bir taraftan Batı Trakya Türkleri bakımından Yunanistan’ı yükümlülük altına sokarken diğer taraftan da İstanbul’daki Ortodoks Hıristiyanlarla bir denge kurmaktadır. İkinci yönü ise, Türkiye’yi Yunanistan’daki Müslüman Türkler üzerinde hak sahibi yapmaktadır. 45. madde olmasaydı Türkiye, Batı Trakya Türkleri üzerinde belki taraf ve söz sahibi olamayabilirdi. Peki, neden sadece Türkiye’deki “gayrimüslimler” için düzenlemeler yapılmıştır? Batı Trakya Türkleri, daha doğru bir ifade ile “Yunanistan’daki Müslüman” Türkler konusu neden sadece 45. madde ile ve oldukça kısa bir şekilde “geçiştirilmiştir?” sorusu akla gelebilir. Yunanistan, ilk kuruluşundan itibaren, topraklarını Osmanlı Devleti aleyhine devamlı genişletti, Ege Bölgesinden Ankara’ya kadar devletinin ülkesini genişletti. Ülkesinde yaşamakta bulunan Müslüman Türklerin azınlık hakları ile ilgili olarak; 1830 Londra Protokolü başta olmak üzere, 2 Temmuz 1881 İstanbul, 14 Kasım 1913 Atina, 10 Ağustos 1920 Yunanistan’daki Azınlıkların Korunmasına Dair Sevr Antlaşmalarını imzalamış, usulüne uygun olarak onaylamış ve kendi iç hukukunda bu konuda yasal düzenlemeler yapmıştır. Başka bir deyişle Yunanistan, ülkesindeki Müslüman Türk Cemaati bakımından zaten yukarıda saydığımız antlaşmalarla yükümlülük altındadır. 24 Temmuz 1923 Lozan Barış Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti de ülkesindeki “gayrimüslim” azınlıklar bakımından yükümlülük altına girmektedir ve bu bakımdan bir paralel yükümlülük, adalet ve denge sağlanmaktadır. Kurulmakta olan Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devletinden farklı ve yeni bir devlet, yeni bir siyasi rejimle yönetilecek olan üniter ve milli/ulus devlet olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla bu yeni devlette, Lozan antlaşmasıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin Müslüman olmayan azınlıklara karşı yükümlülükleri tespit edilmektedir. Yunanistan’da yeni bir devlet kurulması veya siyasi rejim değişikliği yaşanmamaktadır. Lozan’da, Müslüman olmayan azınlıklara karşı, Türkiye’nin yükümlülükleri belirlenirken, Lozan Barış Antlaşmasının 45. maddesi gereği, “Yunanistan’daki Müslüman” Türk Azınlık unutulmamış Lozan’da belirlenen haklardan da yararlanacağı hüküm altına almıştır. Peki, yukarıda sayılan ve Yunanistan’ın usulüne uygun olarak onayladığı Lozan’dan önceki antlaşmalar Lozan’da feshedilmedi mi? Yunanistan bunların ve özellikle 1913 Atina Barış Antlaşmasının 11. maddesinin “Başmüftü ve Müftülerden her biri kendi yetki alanı içindeki Müslüman seçmenler tarafından seçilecektir” hükmünün feshedildiğini iddia etmektedir. Bu doğru mudur? İddia edildiği gibi, 1923’ten önce Yunanistan’la imzalanan antlaşmalar fesih edilmiş olsaydı, Yunanistan Mahkemeleri ve Yargıtay’ı (Arios Pagos) muhtelif konularda hüküm verirken; 1881 İstanbul, 1913 Atina Barış, 1920 tarihli Yunanistan’daki Azınlıkların Korunmasına İlişkin Sevr Antlaşmalarını dayanak göstererek kararlar verir miydi? Elimizde, Yunanistan Yargıtay’ının 1980 yılında 1723 sayılı (1723/1980) “Müftülerin Yargılama Yetkisi” hakkında verdiği bir karar var. Bu karardan, 1913 Atina Barış Antlaşmasının ve konumuzla ilgili olan 1913 tarihli Atina Barış Antlaşmasının 11. maddesi belirtilerek, 1980 yılında hüküm verilmiştir. Buradan da 1923 yılından sonra diğer antlaşmalar olduğu gibi 1913 Atina Barış Antlaşmasının ve bunun 11. maddesinin de yürürlükte olduğu, iptal edilmediği anlaşılmaktadır. Adı geçen Yunanistan Yargıtay’ının konumuzla ilgili bölümünün Yunanca’dan çevirisi aynen şöyledir: “Yunanistan’da oturan Yunan uyruklu Müslümanlara belli bazı hukuki ilişkilerinde kutsal İslâm yasalarının uygulanmasının nedeni; Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan 10 Temmuz 1881 Sözleşmesi[1] ile a) 1 / 14 Kasım 1913 Atina Antlaşması (11. madde), b) 1920 Sevr ve c) 1923 Lozan Antlaşmalarıdır. Bütün bu antlaşmalar da sırasıyla şu Kanun Hükmünde Kararnamelerle onaylanmıştır: Ξ Λ Ζ’ sayı ve 11 Mart 1882 tarihli (maddeler 3., 8.), Δ Σ Γ’ sayı ve 14 Kasım 1913, 29 Eylül / 30 Ekim 1923 (14/1 madde) ve 25 Ağustos 1923 (42. ve 45. maddeler). Bununla beraber şu hususu da belirtmekte yarar var; Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan 4/11/1913 tarihli sözleşmenin[2] değişikliğe uğrayan 11/19 maddesini kelimesi kelimesine tekrar eden 2345 sayı ve 1920 tarihli (2345/1920) yasanın 10/1 maddesini uygulamada[3] bırakan Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunun Giriş Bölümünün 8/1 maddesi gereği Müftüler kutsal yasalarca öngörülen salt dini görevlerinin yanı sıra, Müslümanlar arası evlenmelerde, boşanmalarda, nafakalarda ve birde velâyetlerle ilgili olarak yargılama yetkisi kullanırlar. Devamla da, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunun Giriş Bölümünün 6. maddesi tarafından meriyette tutulan 147 sayı ve 1914 tarihli (147/1914) yasanın 4. maddesine göre, Müslüman dinine tabi kişiler arasında yasal evlilikler, boşanmalar, evlenmeden mütevellit karı-koca arasındaki akrabalık ilişkileri de Kutsal Yasa tarafından düzenlenir ve oradaki hükümlere göre karar verilir. Son olarak Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunun 8/2. maddesi tarafından değiştirilen ve yukarıda sözü edilen 2345 sayı ve 1920 tarihli yasanın 10. maddesinin 2. ve 3. fıkraları gereği Müftünün nizalı kaza prosedürüne tabi her türlü kararı, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunun 741. ve devamı maddelerine göre Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından onaylanmadığı takdirde, bu kararlar uygulanamaz ve kesin hüküm teşkil etmezler. Asliye Hukuk Mahkemesi tasdiki istenen kararın Müftü tarafından kendisine bahşedilen yetkiler çerçevesinde alınıp alınmadığını kontrol edip, bu kararın içeriğini ise kontrol etmez. Yukarıda sözü edilen yasa hükümlerinin koordinasyonundan 1912 ile 1923 yılları arasında Yunanistan’a bağlanan yeni bölgeler de dahil olmak üzere, Menteşe Adaları hariç (Bkz. Yargıtay Genel Kurulunun 738 sayı ve 1967 tarihli (738/1967) kararı), Yunanistan’ın bütün bölgelerinde mukim veya geçici olarak oturan bütün Müslümanları kapsamak üzere, yetkili Asliye Hukuk Mahkemesi onaylanması istenen Müftünün kesin veya geçici nafaka kararı ile ilgili olarak, bu kararı esas yönünden (içeriğini) ele alıp, inceleyemez ....”[4]. Bu noktada hemen ifade edelim ki, yukarıda bir kısmının tercümesini verdiğimiz Yunan Yargıtay kararında bahsedilen -örneğin 2345 sayı ve 1920 tarihli- yasanın bazı hükümleri Yunanistan’daki Müslüman Türklerin ve Türkiye Cumhuriyetinin itirazlarına rağmen, Yunanistan tarafından 1920 sayı ve 1991 tarihli yasa ile değiştirilinceye kadar yürürlükte kalmıştır. 1041 sayı ve 2000 tarihli (1041/2000) Yargıtay kararında da; “Yunanistan uyruklu İskeçe’li Müslüman Türklerin mülklerinin miras hukukuna ilişkin uyuşmazlıklarında Müftülerin yetkili olduğu ve Müftünün, İslâm hukuku kuralları çerçevesinde karar vereceği” belirtilerek, 1913 Atina Barış Antlaşmasının 11. maddesinin bu konudaki hükümlerinin yürürlükte olduğu dolayısıyla da Atina Antlaşmasının Lozan’da iptal edilmediği anlaşılmaktadır. İskeçe Adliyesinde, 23 Haziran 1995 tarihinde görüşülen ve kararı 82 sayı ve 1995 tarihli (82/1995) İskeçe Tek Hâkimli Asliye Hukuk Mahkemesi Nizalı Kaza Prosedürüne göre ilân edilen hükümde de, Batı Trakya’da mukim Yunanistan uyruklu Müslüman Türklerle ilgili uyuşmazlıklarda uygulanacak hukuk kurallarını aynen şöyle ifade etmektedir: “Türkiye ile Yunanistan arasında düzenlenen ve Yunanistan tarafından ΔΣΙΓ sayı ve 1913 tarihli Kanun Hükmünde Kararname ile onaylanan Atina Antlaşmasının 11. maddesinin 9. paragrafı hükümleri, 2345 sayılı ve 1920 tarihli (2345/1920) yasanın 10. madde hükümleri, yürürlükte bulunan 1920 sayılı ve 1991 tarihli (1920/1991) yasa ile onaylanan 24.12.1990 tarihli Kanun Hükmünde Kararnamenin 5/2. maddesinde tekrarlanarak bugün de yürürlüktedir...” Yine Batı Trakya bölgesinde mukim, Yunanistan uyruğundaki Müslüman Türklerin dini nikâh yerine resmi nikâhla belediyelerde evlenmeleri, ailevi uyuşmazlıklarında ortaya çıkan sorunlarında uygulanacak hukuk kuralları hakkında İskeçe Tek Hâkimli Asliye Hukuk Mahkemesinin 1623 sayı ve 2003 tarihli kararı dikkat çekicidir.[5] Söz konusu kararda; “... Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan ve ΔΣΙΓ sayı ve 1913 tarihli yasa ile onaylanan Atina Antlaşmasının 11. maddesinin 9. fıkrasında Müftüler Müslümanların evlenmeleri, nafaka, velâyet, vesayet, İslâm vasiyetnameleri ..., ... yukarıda ifade edilen yasalarla onaylanan bu antlaşmalar, Yunanistan Anayasasının 28. maddesinin 1. fıkrası gereği Yunan iç hukukunun ayrılmaz bir parçası olup, bu antlaşma hükümlerine aykırı olan diğer bütün yasal düzenlemelerden üstündür.” denilmektedir. Yine Lozan Konferansındaki görüşmelerde ya da Lozan Antlaşma metninde, 1923 tarihli Lozan antlaşmasından önceki ve Yunanistan’ın taraf olduğu antlaşmaların feshedilmediğine dair bir hüküm ya da kanıt bulunmamaktadır. Fakat Lozan Konferansında bu konuda M. Laroche aynen şunları ifade etmektedir: “... Antlaşma[6], Yunanistan’ın ve Türkiye’nin daha önce doğrudan doğruya girişmiş bulundukları yükümlerden hiç birini değiştiremez. Konferansın, bu çeşit yükümleri kaldırmak ya da doğrulamak yetkisi de yoktur.” Diğer taraftan Yunanistan Başbakanı Eleftherios Venizelos, 4 – 17 Haziran 1919 tarihlerinde Paris’te gerçekleştirilen Konferansta, Batı Trakya’nın Yunanistan’a verilmesini sağlamak için aynen şunları ifade etmiştir: “... Nitekim çok sayıda Müslüman nüfusun yaşadığı Girit’te Müslüman Cemaatı ile ilgili yasa yürürlüktedir. Bu yasa yıllardan beri Girit Müslümanlarını tatmin etmektedir. Bu yasa sayesinde bütün Müslüman Kurumları özerk olup, sadece bunları kötüye kullanmama bakımından Yunan Devleti tarafından basit bir denetime tabi tutulmaktadır. Bu Müslümanlar, kendileri serbest seçimle kurumlarının yönetim ve oluşumlarıyla ilgilenmektedirler. Müslümanların bütün kişilik haklarıyla ilgili olarak ve vakıflar konusunda kadı söz sahibidir.”[7] Kısaca, Batı Trakya’daki Müslüman Türklerin bütün kurumları özerk olup, Yunan yönetimi de sadece bu özerkliklerini kötüye kullanmamaları bakımından basit bir denetime tabi tutmalıdır. Müslüman Türklerin kendileri serbest seçimle, bütün kurum ve kuruluşlarının yönetimi ve oluşumlarıyla ilgili olarak, yukarıda belirttiğimiz Türkiye ile Yunanistan arasında akdedilen antlaşmalardan ve AGİT, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve diğer devletlerarası antlaşmalardan kaynaklanan haklardan mahrum bırakılmamalıdır. Türkiye ile Yunanistan arasında bir denge politikası veya mütekabiliyet gereği Türkiye’nin İstanbul Fener Başpiskoposunun seçiminde izlediği yöntem ile Batı Trakya’daki Müftü seçimleri konusunda Yunanlıların antlaşmaları ihlâl ederek izlediği yöntem örtüşmemektedir. Yunanistan makamlarının, Türkiye’nin ve Yunanistan uyruklu Batı Trakya Türklerinin görüşlerini hiç dikkate almadan, çıkardığı 1991 tarihli ve 1920 sayılı “Müslüman Din Görevlileri Hakkında” yasa ile birlikte değerlendirip, denge ya da karşılıklılık ilişkisinin kurulması, uluslararası ilişkiler ve uluslararası hukuk bakımından ve en önemlisi de Türk-Yunan dostluğu bakımından yararlı olup, olamayacağı değerlendirilmesinin yapılmasının gerekliliğine inanmaktayız. Avrupa Birliği üyesi Yunanistan uygulamalarına baktığımızda, örneğin Yunanistan Vergi Yasasının “Azınlık Tüzel Kişilerinin Büyük Taşınmaz Malvarlıklarının Vergilendirilmesi” başlığını taşıyan 35. maddesi Yunan Meclisinde 29.01.1997 tarihinde tanzim edilen şekliyle aşağıdaki gibidir: “Yunanistan’da bulunan ve 25 Ağustos 1923 tarihli kanun hükmünde kararname ile onaylanan 24 Temmuz 1923 Lozan Barış Antlaşmasının öngördüğü ve kâr amacı gütmeyen azınlık tüzel kişilerinin büyük taşınmaz malvarlıkları vergiye tabidir. Ancak, Yunan Ortodoks (‘Elinorthodoks’) azınlık tüzel kişilerinin vergiden muaf tutulmaları koşuluna bağlı olarak, karşılıklılık ilkesi çerçevesinde, önceki paragraftaki tüzel kişiler, büyük taşınmaz malvarlıklarının vergilendirilmesinden muaf tutulurlar. Türkiye’deki Yunan Ortodoks (‘Elinorthodoks’) yardım kurumları vergiye tabi ise, Batı Trakya’daki İslâm Vakıfları da vergiye tabidir.” Bu örnek madde, Yunanistan’ın ne kadar titiz bir şekilde “mütekabiliyet” esasını ya da “denge” politikasını uyguladığını bize göstermesi bakımından manidardır. Yunanistan öteden beri Yunanistan’daki Müslüman Türk azınlığa karşı uygulamalarında ve yasa çıkarırken “Yunanistan’daki Müslüman azınlığı” “Batı Trakya” bölgesi ile sınırlandırmaktadır. Menteşe Adalarındaki ve diğer bölgelerdeki Müslüman Türkleri, bu uygulamalar ve yasal düzenlemeler dışında bırakmaktadır. Oysa 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşmasında böyle bir sınırlandırma bulunmamaktadır. Lozan Barış Antlaşmasının 45. maddesinde “Yunanistan’daki Müslüman Azınlıktan” söz edilmektedir. Bir bölge ile yani Yunanistan’ın “Batı Trakya” bölgesi ile sınırlandırmamaktadır. Lozan Barış Konferansında bir tür “Türk-Yunan Dengesi” -buna “Lozan Dengesi” de denilmektedir[8]- kurulunca, Türk-Yunan Barışı ve dostluğu da tesis edilmiş oldu. Lozan’da kurulmuş olan bu Türk-Yunan Dengesinin temel unsurlarını aşağıdaki gibi sıralayabiliriz: 1-) Kıbrıs, Lozan Barış Antlaşmasının 20. maddesi hükümleri gereği İngiltere’ye bırakılmıştır. Ne Türkiye’ye, ne de Yunanistan’a bırakılmamıştır. Ancak Yunanistan ve Kıbrıslı Rumlar bu dengeyi kendi lehlerinde bozmak üzere, Lozan Barış Antlaşmasının ardından hemen İngilizleri adadan kovarak, adayı Yunanistan’a ilhak etmek için harekete geçmişlerdir. Türkler zamanında harekete geçip, iyi bir siyaset izleyerek, dengenin Türkiye aleyhine gelişmesini engellemişlerdir. Türk-Yunan dengesi bozulmamıştır. 2-) Ege Denizi’ndeki Menteşe Adaları (Oniki Adalar) da Lozan’da Türklere ya da Yunanistan’a değil İtalyanlara bırakılmıştır. Ancak Yunanistan, İkinci Dünya Savaşından sonra 1947 tarihli Paris Antlaşmasıyla Menteşe Adalarını kendi ülkesine dâhil etmeyi başarmıştır. Böylece dengeyi bu bölgede kendi lehine çevirmiştir. 3-) Yine Ege Denizi’nde Anadolu kıyılarına yakın küçük adalar ile Gökçeada, Bozcaada, Tavşanadaları Türkiye’ye ve Kuzey Doğu Ege Adaları ise askerden ve silahtan arındırılmış olarak Yunanistan’a bırakılmıştır. Yunanistan Lozan Barış Antlaşmasına aykırı olarak bu adaları silahlandırdı ve asker yığdı. Böylece dengeyi yine kendi lehine bozmayı başardı. 4-) Lozan’daki taraflar, Türkiye ile Yunanistan arasında Ege Deniz’inde üçer deniz millik karasuları ve hava sahasına sahip olarak, Ege’nin büyük ölçüde uluslararası denizalanı olmasını kabul ettiler. Ancak Yunanistan bu durumda da 1931 yılında hava sahasını “polisiye tedbirler” maksadıyla 10 mile kadar genişletti. Bugün (2013) Yunanistan, 1931’deki bu kararına istinaden hava sahasının 10 mil olduğunu iddia etmektedir. Türkiye, gayet yerinde olarak buna itiraz etmektedir. Çünkü bir devletin karasuları ile hava sahasının genişliği aynı olmak durumundadır. Yunanistan karasularını 1936 yılında 6 deniz mil olarak ilân etti. Türkiye bu duruma da herhalde “dostluk” bozulmasın diye olacak itiraz etmedi. Türkiye 1964 yılında karasularını Ege Denizi’nde 6 deniz mile çıkardı. Yunanistan 1982 tarihli Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesini öne sürerek Ege Denizi’nde karasularını 6 deniz milin üzerine çıkarma hakkına sahip olduğunu iddia etmektedir. Türkiye ise, Yunanistan’ın böyle bir hakkı olmadığını, bugünkü statünün korunmasını isterken, eğer Yunanistan Ege Denizi’nde 6 deniz milin üzerinde bir karasuları alanı tespit edecek olursa, bunun savaş nedeni (casus belli) olacağını ifade ederek, Yunanistan’ın karasularını genişletmesini yani dengenin bozulmasını ve Yunanistan’ın yayılmacı politikalarını engellemektedir. Diğer taraftan Türkiye, Kıbrıs’ın da Yunanistan’a ilhak edilmesini kabul etmemektedir. Durum bu olmasına rağmen yani Türkiye, Yunanistan’ın Ege ve Kıbrıs’ta yayılmacı siyasetine “dur” derken, Kıbrıs’ta ve Ege’de yayılmacı bir siyaset izleyen Yunanistan, “küçücük Yunanistan’a karşı”, Türkiye’yi “yayılmacı bir siyaset izlemekle ve yayılmacı olmakla suçlaması” ve bu konuda da nispeten başarılı olması düşündürücüdür. Dolayısıyla bugün Ege Denizi’nde ve Kıbrıs’ta dengenin Türkiye aleyhine bozulmaması için Türkiye büyük bir çaba harcamaktadır, mücadele vermektedir.[9] 5-) Türkiye ile Yunanistan arasında sınır olarak, Trakya’da Meriç nehri ve Edirne civarında Karaağaç kabul edildi. 6-) Batı Trakya Türkleri hariç, Yunanistan’daki bütün Müslüman Türkler Türkiye’ye, İstanbul’daki Rumlar hariç, Türkiye’deki bütün Ortodoks Hıristiyanlar –hiç Yunanca bilmeyen ana dilleri Türkçe olan Ortodoks Hıristiyan Türkler Yunanlıların deyimi ile “Türkçe konuşan Yunanlılar”- da Yunanistan’a gitmek üzere mübadeleye tabi tutuldular. Nüfus mübadelesi talebi Yunanistan’dan geldi. 7-) Batı Trakya Türkleri ile İstanbul Rumlarının Azınlık statüsünden yararlandırılmaları kabul edildi. Gelelim AB üyesi Yunanistan’daki Müslüman Türklerin sorunları ile AB üyesi olmak isteyen Türkiye’deki İstanbul Ortodoks Hıristiyan azınlığın güncel sorunlarının mukayesesine. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği sürecinde farklı zamanlarda, İstanbul Rumları açısından Türkiye’nin “çalışması ve halletmesi gereken ev ödevi” olarak yansıtılan Yunan günlük basınındaki haberlerin tipik bir örneğini ve özetini 23 Nisan 2005 tarihli günlük Eleftherotipia gazetesinde “Türkiye’ye Yunanlıların 10 sözü” başlığı altında yayınlanan yazıda yeralan İstanbul Rumlarının sorunlarının ve Türkiye’den taleplerin neler olduğuna bakmak gerekir. Yunanistan’da 2004 yılına kadar 20 yıla yakın bir zaman iktidarda kalmış olan PASOK hükümetlerinin sözcülüğünü yapmış olan ve yine zaman zaman Yunan basınında yeralan yorumlara göre “PASOK hükümetlerinin siyaset oluşturmalarını belirlemiş olan”, ülke genelinde satılan günlük bir gazete olan Eleftherotipia gazetesindeki haberin çevirisi aşağıdaki gibidir: 1.) Heybeliada Ruhban okulunun yeniden açılması, 2.) İstanbul “Evrensel Yunan Patrikhanesinin Evrensellik” statüsünün hukuken tanınması, 3.) Türkiye’deki azınlık sorunlarının çözümünün, azınlık kurumlarının uluslararası örgütlere başvurmadan çözülmesi ki bu Türkiye’deki aşırı uçlar tarafından kınanmaktadır, 4.) İstanbul’da Rumlara (gazetede “Yunanlılara” terimi geçmektedir) ait hayır kurumlarında yöneticilerin seçimle iş başına gelmeleri sağlanmalı, 5.) İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada’da yaşayan Rumların rahat, kaygısız ve dinginlik içinde bundan sonra yaşamaları, 6.) Türk Devletine intikal eden kişilere ait mülklerin iade edilmesi, 7.) Kamulaştırılan vakıf mallarının Türk Devleti tarafından iade edilmesi 8.) (Batı) Trakya’daki “Müslümanların” yararlandığı Üniversiteye giriş kontenjanın aynından İstanbul Rumlarının da liseyi bitirince yararlanmaları, 9.) Yunan dilinin İstanbul’daki Rum çocuklarına görsel öğretim araçları ile de öğretilmesi, 10.) Türk Devleti yönetimi ile Yunanlı soydaşların davalarının adil ve hakkaniyete uygun bir biçimde görülmesi Yunan basını tarafından “halledilmesi gereken sorunlar” olarak ortaya konan İstanbul Rumlarının sorunlarının çözümlenmesi, Türkiye Cumhuriyeti bakımından esasen, Yunan basınında yeralmasından öte, herhangi bir dış baskıya gerek kalmadan, diplomasi kıvraklığı sayesinde Yunanistan’daki soydaşların da çıkarları dengelenerek çözümlenmesi gereken konulardır. Türk makamlarının, önümüzdeki günlerde gerek Türkiye bakımından, gerekse soydaşları açısından bu konuları en yararlı bir biçimde halletmeyi arzu etmesi durumunda, Batı Trakya Müslüman Türklerinin sorunlarının neler olduğunu çok iyi bir şekilde bilinmesinde ve bunları AB görüşmelerinde isabetli bir biçimde ortaya koymasında fayda olduğu düşünülmektedir. Bu çerçevede, bir denge oluşturulması bakımdan Yunanistan’daki Müslüman Türklerin sorunlarını özetle aşağıdaki gibi sıralayabiliriz: 1.) 1981 yılından beri Avrupa Birliği (AB) üyesi olan Yunanistan’da, Batı Trakya ve Menteşe Adalarındaki Müslüman Türklerin doğup büyüdükleri bölgelerinde Kamu hizmetlerinde istihdam edilmemeleri sorunları. Yunanistan uyruğundaki Batı Trakya Müslüman Türkleri memur, savcı, yargıç, polis gibi mesleklerde istihdam edilmemektedir. Bunun nedeni sorulunca “dil bilmeyle ilişkili sorunlara” atıfta bulunulmaktadır. Oysa çok iyi derecede Yunanca bilen Yunanistan uyruklu Türkler vardır. 2.) Yunanistan uyruğundan çıkarılan ve uyruksuz kalanlar, yani haymatloslar sorunu. Yunanistan yönetimi 1955’ten 1998 yılına kadar 43 yıl boyunca ister Yunanistan sınırları içinde olsun isterse Yunanistan sınırları dışında olsun Yunan Vatandaşlık Yasasının 19. maddesini gerekçe göstererek, Yunanistan uyruklu Müslüman Türkleri Yunanistan uyruğundan çıkardı. Bunların sayısının 60.000’inin üzerinde olduğu tahmin edilmekte ve mağduriyetleri bugün de devam etmektedir. İstanbul Ortodoks Hıristiyanlarının Türkiye’ye dönmesi yönünde başlatılan propagandalarda 60.000 Müslüman Türk aynı haklardan, Yunanistan’a dönme hakkından yararlanabilecekler mi? Yoksa denge bozulacak mı? 3.) 1981 yılından beri AB üyesi olan Yunanistan’da taşınmaz mülk edinmede izin sistemi sorunu. 1991 yılına kadar Batı Trakya Müslüman Türklerinin taşınmaz mülk edinmeleri yasaktı. 1991 yılında ilgili yasada yapılan bir değişiklikle, gayrı menkul satın alma hakkı kazandılar. Ancak, buna rağmen ildeki bir komisyondan izin alma sistemi getirildi. Böylece taşınmazların belli bir oranda ve denge içinde tutulması, taşınmazların Müslüman Türklerin eline geçmesi engellenmektedir. 4.) Siyasi katılım ve temsilde yaşanan sorunlar. Milletvekili seçimlerinde, bağımsız olarak seçime katılacaklar için %3 barajı getirilerek, Batı Trakyalı Müslüman Türk bağımsız milletvekillerinin seçilmesi engellendi. Diğer taraftan yerel yönetimlerde uygulanan “Kapodistrias Plânı” daha sonra Kalikratis ile Müslüman Türklerin yaşadığı iller, nüfus yoğunluğu Ortodoks Hıristiyan Yunanlılar lehine olacak şekilde, Ortodoks Hıristiyanların yaşadığı illerle birleştirilerek, Türklerin Vali ve Belediye Başkanı seçilmeleri engellendi. 5.) Eğitim ve öğrenim özgürlüğünde yaşanan sorunlar. Batı Trakya’daki Azınlık Okulları Yunan Devletinin Mülkiyetinde değildir. Okullar azınlığın kendisi tarafında seçilen encümenler tarafından yönetilmekte, öğretmenlerin maaşları yine vakıf gelirlerinden ve veliler –Müslüman Türk Cemaatı- tarafından ödenmekteydi. Bunların hepsine son verildi ve yavaş yavaş azınlık okulları Yunan devletinin mülkiyetine geçerken, eğitim kalitesi düşerek, yeterince eğitim görmüş öğretmenler bulunmazken, öğrenciler Türkçe öğrenememe durumu ile karşı karşıya kalmaktadır. Kitaplar bakımından da yetersizlikler var ve Türkiye’den gönderilen kitaplar öğrencilere verilmiyor veya bilinçli bir biçimde verme işlemleri geciktiriliyor. Ayrıca Yunanistan’da – Batı Trakya, Rodos, İstanköy, Atina, Selanik, Tiva gibi illerde- yeni azınlık okulların açılmasına ve Türkiye’den öğretmen okullarından mezun olan iyi derece Türkçe konuşan öğretmenlere şiddetle ihtiyaç duyulmaktadır. Batı Trakya’daki Müslüman – Hıristiyan toplam nüfusun hemen hemen yarısı Türk olmasına rağmen, Türklerin gidebileceği sadece iki ortaokul ve lise bulunmaktadır. Böylece Batı Trakyalı Müslüman Türkler hukuken azınlık statüsünde oldukları[10] AB üyesi Yunanistan’da ikili ve çok taraflı antlaşmalara aykırı olarak kendi ana dillerinde eğitim ve öğrenim imkânlarından bilinçli ve sistematik olarak mahrum bırakıldıkları görülmektedir. 6.) Selanik Özel Pedagoji Akademisinin (SÖPA) Batı Trakya’daki Müslüman Türklerin eğitim ve öğreniminde yarattığı sorunların ortadan kaldırılması için kapatıldı. Ancak yerine Yunanistan’daki Müslüman Türk azınlığın ihtiyaçlarını giderecek nitelikte bir Yüksek okul açılmadı. Fakat Avrupa Birliği yetkililerin Yunanistan lehinde Heybeliada Özel Özerk Ruhban Yüksek Okulunun açılması taleplerini gündeme getirirken Yunanistan’daki –Menteşe ve Batı Trakya’daki- durumu görmezde gelmesi ve çifte standart uygulamaları düşündürücüdür. 7.) Örgütlenme özgürlüğünde yaşanan sorunlar. İsimlerinde “Türk” ve “Batı” hatta “azınlık” terimleri geçen derneklerin kurulmasına AB üyesi Yunanistan Mahkemeleri tarafından izin verilmemektedir. Diğer taraftan daha önce 1927, 1928 ve 1936 yılında Yunanistan yasalarına uygun bir biçimde ve Yunan Mahkeme kararıyla kurulmuş bulunan dernekleri isimlerinde “Türk” olduğu için 1983 yılında Yunanistan Mahkleme kararıyla kapatılmıştır. Üç dernekten -1928 yılında kurula Gümülcine Türk Gençler Birliği, 1936 yılında kurulan Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği- dışında sadece 1927 yılında kurulan İskeçe Türk Birliğinin yargı yolu mücadelesi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde beklemektedir. 8.) Vakıflar meselesinde yaşanan sorunlar. Esasen Cemaat Yönetim Heyetlerinin yetki ve görevlerinin, Yunanistan tarafından “Vakıf Emlâkinin” yöneticiliği statüsüne indirilmesi sorunu ile birlikte yukarıda geniş bir biçimde yer verdiğimiz antlaşmalara aykırı olarak bu “Vakıf Emlâki” yöneticilerinin de seçimle iş başına gelmeleri ve mülk edinme hakları engellenmektedir. Vakıf yöneticiler doğrudan Ortodoks Hıristiyan Yunan makamları tarafından atanmaktadır. Vakıf emlâki yönetim heyetlerine Yunan Devletine yakın, işbirlikçi kişiler atandığından, Müslüman Türk Cemaatine ait vakıf malları satılarak, kamulaştırılarak, kat karşılığı verilerek başka bir deyişle kötü idare edilerek yok edilmektedir. Bugün Batı Trakya Müslüman Türk Cemaatı, vakıflarının malvarlığının sayısal değerini, gelir giderlerini ve bunların nasıl yönetildiklerini bilemedikleri gibi denetleyememektedirler. Vakıflar meselesi Batı Trakya’da kapalı bir kutudur. 9.) Din ve vicdan özgürlüğü konularında yaşanan sorunlar. Başmüftülük makamı halen boş bulunmaktadır. Müslüman Türklerin Müftüleri Ortodoks Vali tarafından atanmakta, azınlığın çoğunluğu ise çağa uygun demokratik bir toplumda olması gerektiği gibi Müftülerin kendileri tarafında serbest seçimle ve özgür iradeleri ile seçilmesi gerektiğini savunmaktadırlar. 10.) Yunanistan Devleti ve şahıslar tarafından hukuki hileler, baskılar ve ihtiyari kamulaştırmalar ile ele geçirilmiş olan özel kişilere ve vakıflara ait mülklerin iade edilmesi. 11.) Diğer taraftan AB üyesi Yunanistan’daki diğer –Makedon, Ulah ve diğer- azınlıkların sorunları (azınlık kurumlarının sorunları) devam etmektedir. Yunanistan, ülkesinde sadece bir tek “Müslüman azınlıkların” bulunduğunu iddia ederken, bu azınlığın da Türk kimliğini tanımamaktadır. AB üyesi Yunanistan, Arnavut, Ulah, Karakaçan ve Makedon azınlıkların varlığını kabul etmemektedir.[11] AB üyesi Yunanistan, ülkesindeki Makedon Kültür Evini Mahkeme kararıyla yasaklarken, İskeçe ve Gümülcine’de “Türk” ismi taşıyan kültür merkezlerini yine Mahkeme kararıyla kapatırken, Pomak ve Çingene kültür merkezlerinin açılmasını parasal ve teknik imkânlar ve diğer yöntemlerle teşvik etmektedir. Görüldüğü gibi AB üyesi Yunanistan’daki Türklerin sorunları ile AB üyesi olmak isteyen İstanbul’daki gayrimüslim Ortodoks Hıristiyanların sorunları ve talepleri paralellik arz etmektedir. Türkiye ile Yunanistan’daki bu –Müslüman ve Ortodoks Hıristiyan- azınlıkların sorunları karşılıklı olarak dengeli, adaletli, paralel yükümlülük ve adil bir çözüme kavuşturmalıdır. Eğer Yunanistan bu sorunların çözümüne yanaşmıyorsa, Türkiye tarafından İstanbul Ortodoks Hıristiyanların hayır kurumları ile İstanbul Başpiskoposunun ve Metropolitlerinin/Despotlarının seçimini, görev ve yetkilerini düzenleyen bir yasal düzenleme çıkarması gerekir. Türkiye’de yapılacak uygulamaların ve çıkarılacak yasaların Yukarıda saydığımız antlaşmalar, AB üyesi Yunanistan’ın uygulamaları ve çıkardığı yasalar göz önünde bulundurularak çıkarılması gerekir. Kısaca Türkiye’deki Ortodoks Hıristiyanlar için çıkarılacak mevzuatın Yunanistan’daki uygulamaların ve mevzuatın benzerinin olması ve bu çıkarılacak olan yasaların da, Yunanistan’daki ilgili yasalara denk veya paralel hükümler ihtiva etmesi gerekir. AB üyesi Yunanistan’da Müslüman Türklerin vakıflar ile Müftülükler konusunda iki ayrı yasa bulunmaktadır. Buna göre, AB üyesi olmak isteyen Türkiye tarafından da İstanbul gayrimüslim hayır kurumları ile İstanbul gayrimüslim Başpiskoposluğu hakkında iki ayrı yasa çıkarılması uygun olacaktır. Ancak, İstanbul gayrimüslim Başpiskoposluğu hakkında çıkarılacak olan yasanın adı “Patrikhane veya Evrensel Patriklik” değil, “İstanbul Gayrimüslim Başpiskoposluk Yasası” olması gerekir. Bu iki yasanın da ayrıca AB üyesi Yunanistan’ın Batı Trakya’daki Müslüman Türklerin “vakıflar” ve “Din Görevliler” yasalarına paralel hükümler ihtiva etmesi durumunda Yunanistan eski uygulamaları ve mevzuatından ya da bir kısmından vaz geçecektir. Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği ve Avrupa dışından olmak üzere sürekli olarak açılması yönünde yoğun baskıların yapıldığı Heybeliada Özel Özerk Ruhban Yüksek Okulu konusunda da, Batı Trakya Türk azınlığına öğretmen yetiştirmek iddiasıyla Yunan makamları tarafından devreye sokulan, esasen temel pedagojik özelliklerden yoksun olarak faaliyette bulunan Selanik Özel Pedagoji Akademisi kapatıldı. Ancak yerine arzu edildiği biçimde bir Yüksek Okul henüz açılmadı. Dolayısıyla bu konunun birlikte ele alınması uygun olacaktır. Bu çerçevede, Gümülcine’de Heybeliada Özel Özerk Ruhban Yüksek Okulu ayarında ve statüsünde bir okulun açılması konusu Türkiye tarafından aynı şekilde ele alınarak, AB üyesi Yunanistan’daki Müslüman Türklerin durumu için Yunanistan tarafından öngörülenlere denk ve paralel düzenlemeler yapılmalıdır. Türkiye’nin özellikle İstanbul Rumlarıyla ilgili her türlü konuyu AB makamlarıyla ele alırken, Batı Trakya Türklerinin sorunlarıyla birlikte değerlendirmesi, hem tarihsel, kültürel, ahlâki, siyasi hem de Lozan Antlaşmasından kaynaklanan hukuki bir sorumluluktur. Bu bağlamda Yunanistan’daki “Başmüftülük ve Müftülükler” sorununa, “din ve vicdan özgürlüğü” ya da “hukuki özerklik” sorunları da denilmektedir. Fakat Yunanistan’daki Başmüftülük ve Müftülükler sorununu en doğru bir biçimde tanımlayan kavram, “hukuki özerkliktir”[12]. Batı Trakya’daki Müftüler ile Türkiye’deki Müftüler karıştırılmamalıdır. Çünkü statüleri farklıdır. Yukarıda saydığımız antlaşmalar gereği Yunanistan’da açılması gereken Başmüftülük makamı, halen boş bulunmaktadır. Müslüman Türklerin Müftüleri, antlaşmalara aykırı olarak Ortodoks Hıristiyan Yunanlı vali tarafından seçilip atanmakta, azınlığın çoğunluğu ise, antlaşma hükmünde düzenlendiği yönteme uygun bir biçimde Müftülerin kendileri tarafında serbest seçimle seçilmesi gerektiğini savunmaktadır. Türkiye’de, Lozan Konferansında varılan mutabakattan sonra Osmanlı Devletindeki “Patrikhane”nin yerini “İstanbul Başpiskoposluğu” almıştır. Yunanistan’daki “Başmüftü”, Türkiye’deki “Başpiskopos”a, Yunanistan’daki Müslüman Türklerin “Müftü”sü ise “Despota/Metropolite” denk düşmektedir. Dolayısıyla bu denge her zaman göz önünde bulundurularak Türk-Yunan ilişkilerinde Türkiye’deki ve Yunanistan’daki azınlık meseleleri irdelenmelidir. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, mübadeleye tabi tutulması, başka bir deyişle kapatılması düşünülen “Patrik” ya da “Patrikhane”, uzun görüşmelerden sonra Lozan Barış Konferansında varılan bir mutabakatla İstanbul’da kalmasına izin verilmiştir. Varılan mutabakata göre, Patrik ya da Patrikhane, Osmanlı Devletinde sahip olduğu ve tanınan idari ve siyasi görevlerinden arındırılmış ya da vazgeçmiş olarak ve sadece dini konularda fetva veren ve sadece dini işlerle uğraşan bir kurum olarak İstanbul’da kaldı. Lozan Barış Konferansından sonra İstanbul il sınırları içinde yaşayan gayrimüslim Ortodoks Hıristiyanların sadece basit bir Başpiskoposu olarak kaldı. İstanbul Rum Başpiskoposu, 1923 tarihli Lozan Barış Konferansından sonra artık yabancı devletlerdeki Metropolitleri ve Başpiskoposları atayamaz ve idare edemez. Çünkü Osmanlı döneminin “Patrikhane”sini, Yunanlı yazar Valaku - Theodorudi[13]’nin değerlendirmesi ve ifadesi ile 1923 tarihli “Lozan Barış Antlaşması imha etti ve sadece basit bir Metropolitliğe dönüştürdü.” Yani “Patrikhane”nin, “Patriklik” ve “evrensellikle” alâkası Lozan Barış Konferansında ortadan kaldırıldı. Yine Yunanlı ilâhiyatçı ve hukukçu yazar Sidiras[14]’a göre, Patriklik unvanı sadece idari bir unvandır ve din ile ilgili değildir. Oysa Başpiskoposluk unvanı münhasıran dinle ilgili ruhani, ilâhi bir unvandır. Kısaca ifade etmemiz gerekirse, kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde Halifelik kaldırılırken, “Patrikhane”nin rolü de önemli ölçüde sınırlandırıldı. “Patrikhane”nin, sadece İstanbul’daki Ortodoks Hıristiyanların dini (ruhani, ilâhi,) lideri, diğer bir ifadeyle, İstanbul Başpiskoposu olarak, münhasıran dini (ruhani, ilâhi) konularda görev yapması buna karşın idari ve siyasi işlerle uğraşmaması koşuluyla ve bu konuda güvenceler verildikten sonra İstanbul’da kalmasına Lozan Konferansında Türkiye tarafından rıza gösterildi. Bu bağlamda eğer, Başpiskoposluk terimi yerine “Patrikhane” terimi kullanılırsa, Lozan Konferansında varılan mutabakata aykırı olarak “idari ve siyasi” yetkileri tanınmış olur. Bunun hukuki anlamı da Başpiskoposluktan “Patriklik” statüsüne terfi ettirilmedir. Şöyle ki, bir Başpiskoposluğun geniş bir alanda –devletin ülkesi sınırları içinde, hatta devletin ülkesi sınırları dışında–idari ve siyasi yetkilerini kullanması durumunda “Patriklik” statüsü gündeme gelir. Ya da tersinden duruma bakacak olursak, idari ve siyasi yetkiler kullanılabilmesi için Patrik unvanına sahip olunması gerekmektedir. Diğer bir husus da; Osmanlı dönemindeki “İstanbul Rum Patriği” kendisine tanınan idari, siyasi, dini ve adli yetkilerini Osmanlı Devleti sınırları içinde kullanmaktaydı. Oysa yetkileri Lozan Konferansında sınırlandırılmış bulunan Vartholemeos, Lozan’da varılan mutabakat gereği İstanbul Başpiskoposu sıfatıyla sadece İstanbul il sınırları içindeki kiliseler ve Ortodoks Hıristiyanların dini konularında çıkabilecek uyuşmazlıklarında, sadece dini konularda fetva verme ve dini işlerle uğraşması gerekirken, Lozan Konferansında varılan mutabakata aykırı bir biçimde Türklerin iyi niyetinden yararlanarak, idari ve siyasi yetkilerini Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında, Avrupa ve Amerika’da dahi fiili (de facto) olarak kullanmaktadır. Türkiye’de kamuoyu ve en yetkili ağızlar “Patrikhane” ya da “Patrik” derken, yasaklanmış bulunan “idari” ve “siyasi” yetkilerini hukuken tanıdıklarının farkında olmalıdırlar. “Patriklik” ya da “Patrikhane” statüsünü hukuken tanıdıklarının ve meşrulaştırdıklarının acaba farkındalar mı? Bu terimleri hiç düşünmeden kullanırsanız, belki hiç arzu etmediğiniz durumlarla, hukuki ve siyasi sonuçlarla karşı karşıya kalabilirsiniz. İşte Ortodoks Hıristiyan Yunan tarafı belki bundan da cesaret alıyor olacak ki “Evrensel Patrikhane” konusunu gündeme getirip, fiilen uygulamakta olduğu bu statünün Türkiye’den hukuken tanınmasını talep etmektedir[15]. Diğer taraftan Yunanistan’da, antlaşmalarla tanınmış ve açılması gereken Başmüftülük Kurumu ile bu Kurumun Başmüftüsünün ve illerdeki Müftülerin yine illerdeki Müslüman Türk ahali tarafından demokratik bir devlette olması gerektiği gibi serbest seçimlerle seçilmesine izin verilmemektedir. Yunanistan’da, İskeçe, Gümülcine ve Dedeağaç illerindeki Müftüler yukarıda sözünü ettiğimiz antlaşmalara aykırı bir biçimde Ortodoks Hıristiyan vali başkanlığında toplanan ve yine Ortodoks bir Hıristiyan vali sekreterinden oluşan bir kurul tarafından valiliğe başvuran Yunanistan uyruklu Müslüman Türk adaylar arasından seçilip, yine Ortodoks Hıristiyan vali tarafından atanmaktadır[16]. Bu şekilde antlaşmalar ihlâl edilerek yapılan seçim ve atama işlemlerine, Batı Trakyalı Müslüman Türkler tarafından itiraz edilmektedir. Batı Trakyalı Müslüman Türkler bu oldu bitti karşısında harekete geçip, camide yaptıkları oylama ile antlaşmalar gereği kendi Müftülerini seçmektedir. Bu durumda İskeçe ve Gümülcine illerinde Ortodoks Hıristiyan dininden ve Yunanlı valinin ve diğerlerinin işbirliği –bir kurul- ile seçilip atanan Müftüler ile Müslüman Türk ahalinin seçtiği Müftü olmak üzere, toplam iki Müftü ve Müftülükler sorununda bir iki başlılık ortaya çıkmaktadır. Bu da Müslüman Türkler arasında bir ikilik ve nifak yaratmaktadır. Bu durum 1985’ten beri devam eden bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Çözüm beklemektedir. İstanbul Başpiskoposunun seçimi ve tayin edilmesi hususunda herhangi bir hukuki belgede –antlaşma ya da Konferansta- taraflarca tasvip edilmiş bir düzenlenme bulunmadığı halde Ortodoks Hıristiyan din görevlileri özgürce Başpiskoposlarını, onların ifadesi ile “Patrik”lerini kendileri seçmektedir ve Türkiye’de bu konuda herhangi bir sorun yaşanmamaktadır[17]. Ayrıca Türkiye’nin bu konuda hukuk bakımından bir yükümlülüğü bulunmamaktadır. Burada denge yine Yunanistan’daki Müslüman Türk azınlık ile Türkiye aleyhine işlemektedir. Kısaca bu durumu da özetlememiz gerekirse, şöyle bir durumla karşı karşıya kalındığını görüyoruz. Yunanistan, Yukarıda saydığımız ve bugün de yürürlükte bulunan antlaşmalarda açıkça öngörülmüş hükümleri ihlal etmektedir. Başka bir deyişle antlaşma hükümlerini uygulamamaktadır, uygulattırmamaktadır. Türkiye ise, antlaşmalarda olmayan, hüküm altına alınmamış, fakat buna karşılık Konferansta varılan bir mutabakat neticesinde ortadan kaldırılan bir durumu/statüyü hatalı olarak “Patrikhane, Patrik” olarak, yani “idari” ve “siyasi” yetkiler tanımaktadır. Ayrıca Türkiye, antlaşmalarda düzenlenmemiş, Başpiskopos ve hatalı olarak Türkiye’de ifade edilen “Patrik” seçimlerinin özgürce yapılmasına izin vermektedir, müdahale etmemektedir. Başpiskops’un, Yunanistan’daki Müslüman Türk azınlık bakımından karşılığı Başmüftü’dür. Yunanistan, Başmüftülük Kurumunun antlaşmalara aykırı olarak, antlaşmaları ihlâl etme pahasına açmamaktadır. Seçilmesine izin vermemektedir. Türkiye ise, Lozan Konferansında varılan mutabakat gereği Başpiskopos’u hatalı bir biçimde “Patrik” olarak tanımlamaktadır. Türkiye, Türkiye’deki Kiliselerin “içişlerine” karışmamaktadır. Yunanistan ise Yunanistan’daki Müslüman Türklerin Camilerinin “içişlerine” burnunu sokmakta ve İslâm dinine müdahale etmektedir. Fakat aynı Yunanistan bürokratları, Yunanistan Kiliselerinin “içişlerine” karışamamaktadır. Buradaki denge, ya da mütekabiliyet[18] bu bakımdan yine Müslüman Türkler ve Türkiye aleyhine bozulmaktadır. Müslüman Türkler haksızlığa uğratılmaktadır. Gümülcine ile İskeçe’de Müslüman Türklerin kendilerinin seçtiği “seçilmiş Müftü” olarak anılan Müftüleri bulunmaktadır. Fakat Dedeağaç’ta seçimle işbaşına gelen Müftü bulunmamaktadır. Dedeağaçta sadece Yunan makamlarının Ortodoks Hıristiyanların seçerek, atamış oldukları “Müftü” bulunmaktadır. Dedeağaç’ta seçme yeterliğine sahip olan Müslüman Türkler, 1913 tarihli Atina Barış Antlaşmasının 11. maddesine uygun olarak, çağdaş ve demokratik bir toplumda olması gerektiği gibi, Müslümanlara yaraşır bir biçimde Müftü seçimlerini özgür iradeleri ile yaparak, ardından da bu seçilen Müftüler, yine antlaşmada belirtilen usule uygun bir biçimde kendi aralarından birini Başmüftü olarak seçmeli ve derhal göreve başlamalıdır. Bu seçim sistemine, son Müftüleri vefat edinceye kadar Müftüleri bulunan Menteşe Adalarındaki –Rodos, İstanköy- Müslüman Türkler ile Yunanistan’ın diğer bölgelerindeki Müslüman Türklerin, hatta Yunanistan’a göç eden ve yerleşen Yunanistan uyruğunu kazanan bütün Müslümanların da dâhil edilmesi gerekmektedir. Örneğin; Batı Trakya Türklerinin yoğun olarak bulunduğu Atina, Tiva, Selanik gibi yerlerde de birer Müftülük açılıp açılamayacağı konusu değerlendirilip, bu seçim sistemine katılıp katılamayacakları düşünülmelidir. Tekrarlayalım ki Lozan Barış Antlaşmasının 45. maddesi; “Yunanistan’daki Müslüman azınlık”tan bahsetmektedir. Batı Trakya’daki Müslüman azınlıktan bahsetmemektedir. Batı Trakya ile ya da Yunanistan’ın belli bir bölgesi ile sınırlandırmamaktadır. Buna göre, Yunanistan’da Müslüman dini inancına sahip bulunanların bu seçim sistemine dâhil edilmeleri gerekir. Buna karşılık Türkiye’nin de Avrupa Birliği üyesi Yunanistan’ın Başmüftü ve Müftülükler konusundaki uygulamalarının benzerlerini İstanbul Ortodoks Hıristiyan Başpiskoposunun seçilme, görev ve yetkileri gibi konularda hassas davranarak, 1923 tarihli Lozan’ın 45. maddesindeki mütekabiliyeti ya da denge politikasını uygulamalıdır. Yunanistan’daki Başmüftülük ve Müftülükler sorunu, sadece bir din ve vicdan özgürlüğü ya da Başmüftü ile Müftüler kim olacak, Müftüleri kim seçecek, nasıl seçilecekler meselesi değildir. Bu esasen Müslüman Türk azınlığın hukuki özerkliği ile ilgilidir. Bu nedenle çok önemli ve sahip çıkılması gereken nazik bir meseledir. Yunanlı yazar Vrusti[19], Batı Trakya’daki Müftülerin Kadı sıfatıyla, şeriat ve gelenek hukuklarına göre yargılama yetkilerine sahip olmalarını “AB üyesi Yunanistan’da, 21. Yüzyılda din görevlileri tarafından aile ve miras hukuku konularında kutsal yargıçların, yargılama yetkisinin bulunmasını paradoks” olarak değerlendirmektedir. Yine Vrusti, Batı Trakya Müslüman azınlığının antlaşmalardan kaynaklanan, antlaşmalarca tanınmış bu haklarının, özerkliklerinin geri alınmasını, kaldırılmasını, Müftülerin, Kadı sıfatıyla yargılama yapma yetkilerinin yasaklanmasını istemektedir. Aynı Yunanlı yazarın Müftüler sorununa ilişkin çözümü ise, yargılama yetkisinden arındırılmış bir Müftünün, sadece dini konularda fetva veren bir dini makam olarak kabul edildikten sonra, Müslümanlar tarafından serbestçe seçilebileceğini iddia etmektedir. 1 Aralık 2006 tarihinde, İskeçe Barosu ile Yunanistan İnsan Hakları Birliği tarafından İskeçe’de düzenlenen “Yargıç Olarak Müftü” adlı paneldeki konuşmalardan ortaya çıkan sonuca göre de, yukarda sırasıyla saydığımız ve bugün yürürlükte bulunan antlaşmalarla tanınmış, güvence altına alınmış ve kabul edilmiş bulunan Müftülerin yargılama yetkilerinin kaldırılması yönünde mutabakata varıldığı görülmektedir. Müftülerin yargılama görev ve yetkilerinin kaldırılması konusundaki görüşü, “Batı Trakya’da şeriat hukuku uygulanmasın” diyerek, birçok Türk de benimseyebilir. Burada dikkat edilmesi ve üzerinde durulması gereken nokta, Müftünün var olan ve uygulanan, fakat iptal edilmek istenen yetkilerinin hukuki özerklikle ilgili olmasıdır. Sorun ve karar verilmesi gereken önemli konu şudur: Yunanistan’daki Müslüman Türkler, antlaşmalarla -1913 Atina Barış Antlaşmasının 11. maddesi ve 1923 Lozan Barış Antlaşmasının 42. Maddesi ile- kazandıkları hukuki özerkliklerini kaybetsinler mi? Yoksa sahip mi çıksınlar? Türkiye’deki Müftülerden farklı olarak, Yunanistan’daki Müftünün iki sıfatı (“şapkası”) bulunmaktadır. Birinci sıfatı din görevlisi olarak “Müftü”, dini konularda “fetva” verir. İkincisi de “yargılama” ile görevli “Kadı” sıfatıdır. İslâm ve gelenek hukukuna göre yargılama yetkisini kullanır. Antlaşmalarla kazanılan bu haklardan vazgeçilmemesi ve bu konuda uyanık olunması gerekmektedir. Bugün bir taraftan Yunanistan makamlarının atadığı Müftülerin bilgi bakımından yetersiz olması, diğer taraftan da Müftülerin “Kadı” sıfatı ile verdikleri hükümleri denetleyecek, varsa hatalı olanları düzeltecek Başmüftülük makamının hâlâ boş tutulması, Yunanlılar tarafından açılmasına izin verilmemesi, hukuki özerklikte ciddi sorunların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Müftülerin verdiği ya da verebileceği hatalı hükümler nedeniyle azınlığın mağduriyetine ve günümüzde seçimle işbaşına gelmemiş olan, Yunan Ortodoks Hıristiyan makamların atadığı Müftülük Kurumuna olan saygı ve güven zaten yoktur. Fakat Müftülerin kararlarının Başmüftülük Kurumu işletilmediği için denetlenememesinden çıkabilen hatalardan Yunanistan’daki hukuki özerklik sistemi zarar görmekte ve yıpratılmaktadır. Zaten bu Yunanlı makamların arzu ettikleri bir durumdur. Müftülük Kurumundan uzaklaşan ya da soğuyan “Yunanistan’daki Müslüman” azınlık, antlaşmalarla kendisine tanınmış bulunan bu hukuki özerkliği, bizzat kendileri sonlandırılabilecekleri düşüncesindedirler. Yunanistan makamları, öteden beri antlaşmalardan kaynaklanan hukuki özerkliğin iyileştirilmesi yerine, Müftünün yargılama yetkisinin kaldırılması yöntemini tercih etmektedir. Bu oyuna gelinmemelidir. Yunan makamlarının uyguladığı bu taktikler aynı zamanda Yunan makamlarının “Camiye”, Müslümanların dini işlerine müdahale etmesi anlamına gelmektedir. Fakat aynı Yunanistan makamları, Ortodoks Hıristiyan olmalarına rağmen, Ortodoks Hıristiyan Kiliseye müdahale edememektedir. SONUÇ Yunanistan’da Antlaşmalar gereği açılması gereken Başmüftülük makamı halen boş bulunmaktadır. Yine Antlaşmalar gereği Müslüman Türklerin Müftüleri, Müslüman Türk ahali tarafından serbestçe seçilmesi gerekirken, Ortodoks Hıristiyan Yunanlı vali tarafından seçilip, keyfi bir biçimde atanmaktadır. Yunanistan’daki Müslüman Türk azınlığın çoğunluğu ise Yunanistan’ın taraf olduğu antlaşmalardaki hükümlerin uygulanmasını, çağa uygun demokratik bir toplumda olması gerektiği gibi Başmüftünün ve Müftülerin kendileri tarafında serbest seçimlerle ve özgür iradeleri ile seçilmesi gerektiğini, camilerinin içişlerine karışılmaması gerktiğini savunmaktadırlar. Yunanlılar, Osmanlı dönemindeki Patriğin, Lozan Konferansında idari ve siyasi yetkileri yasaklandığı ve sadece dini konularda fetva veren ve din işleriyle uğraşması gereken bir kurum ve Başpiskoposluk olarak kalmasında mutabakata varıldığı halde, “Patrik” ve “Evrensel Patriklik” statüsünün hukuken tanınmasını talep etmektedirler. Oysa bu durum antlaşmalarda olmayan bir şeyi, var etmeye çalışmak anlamındadır. Buna karşılık Yunanistan’daki “Müslüman azınlığın” antlaşmalarda açıkça açılması düzenlenmiş bulunan Başmüftülük Kurumu açılmamaktadır. Açılmasına izin verilmediği gibi, Başmüftünün seçilmesi de engellenmektedir. İstanbul’daki Başpiskopos sadece din işleriyle uğraşması gerekirken, fiili olarak yasaklanmış bulunan “idari” ve “siyasi” yetkilerini Türkiye sınırları dışında dahi kullanmaktadır. Osmanlı Devleti döneminde Patriklik statüsü tanınan dönemde Osmanlı sınırları içinde “idari” ve “siyasi” yetkilerini kullanmaktaydı. Buna karşılık Yunanlılar, Yunanistan’daki Türklerin Müftülerinin antlaşmalarla öngörülmüş bulunan yargılama yetkisinin yasaklanarak, sadece dini konularda fetva veren bir statü tanındıktan sonra seçimle Müftülerin iş başına gelebileceklerini savunmaları dikkat çekicidir. Yunanlılar kendi çıkarları doğrultusunda antlaşmalarda bulunmayan statüleri İstanbul Ortodoks Hıristiyanları için, Türkiye’den talep ederken, Antlaşmalarda açıkça hüküm altına alınmış durumlardan Yunanistan’daki Müslüman Türkleri yararlandırmıyor, antlaşmaları ihlâl ediyor. Avrupa Birliği üyesi Yunanistan, Türkiye’deki Ortodoks Hıristiyanlarla ilgili bu taleplerini Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri makamları eliyle Türkiye üzerinde baskı yaparak gündeme getirmektedir. Aynı Batı ise, Yunanistan’daki Türk azınlığının antlaşmalardan kaynaklanan haklarının ihlâl edilmesine seyirci kalmaktadır, çifte standart uygulamaktadır. Böylece Türkiye’nin elinde uygulayabileceği bir “mütekabiliyet” ya da “denge politikası” kalmaktadır. Fakat buna da “insan haklarına aykırı olduğu” gerekçesiyle karşı çıkılmaktadır.
[1] Yunan Yargıtay’ının karar metninde 1881 tarihli İstanbul Antlaşması “Sözleşme” olarak geçmektedir. Biz de çeviride asıl metne bağlı kaldık. [2] 1913 tarihli Atina Barış Antlaşması kastedilmektedir. [3] Meriyette. [4] Yunanistan Yargıtay’ının 1980 yılında verdiği 1723 sayılı (1723/1980) Kararın Yunanca metni için Bkz. Nomiko Vima, Nomologia Politikon Dikastirion, Etos 29., s. 1217 vd. [6] 1923 tarihli Lozan Barış Andlaşması kastedilmektedir. [7] Bkz. VENİZELOS, E.: Ta kimena (Metinler), epimelia: S. İ. Stefanu, Cilt: I – IV., Atina 1981, s. 531.; Episima praktika tis diaskepsis ton Parision (Paris Konferansının Resmi Tutanakları) Sinedriasis 24is ke 27is Fevruariu 1919 (24 v3 27 Şubat 1919 tarihli Oturumlar).; SOLTARİDİS, S.: İ İstoria ton Muftion tis Ditikis Thrakis (Batı Trakya’da Müftülükler Tarihi), A. A. Livani Yayınları, Atina 1997, s. 72.; CİN, T.: Yunanistan’daki Müslüman Türk Azınlığın Din ve Vicdan Özgürlüğü (Başmüftülük ve Müftülükler Sorunu) Seçkin Yayınları, Ankara 2003, s. 302, 303. [8] PAZARCI, H.: Doğu Ege Adaları’nın Askerden Arındırılmış Statüsü, Ankara 1986, s. III. [9] Daha geniş bilgi için Bkz. CİN, T.: Türkiye ve Yunanistan Bakımından Ege’deki Karasuları Genişliği Sorunu, Seçkin Yayınları, Ankara 2000. [10] Batı Trakya Türkleri Yunanistan genelinde azınlık olup, Batı Trakya bölgesinde nüfus oranları dikkate alınacak olursa, azınlık olmadıkları, bilâkis çoğunluk oldukları görülecektir. Bu nedenle Yunanistan 1923 Lozan Barış Antlaşmasından hemen sonra, bölgede çok ciddi ve bilinçli bir iskân politikası izlemiş ve bugün yine bu bağlamda yıkılan Sovyetler Birliğinden Yunanca bilmeyen ama Türkçe konuşan Ortodoks Hıristiyanları Yunanlıların deyimi ile “Pontusluları” veya “Türkçe konuşan Yunanlıları (Turkofoni Elinesleri)” getirerek, Batı Trakya bölgesinde nüfus oranını kendi lehine dönüştürmeye çalışmaktadır. [11] “Yunanistan Azınlıklarla Diyaloga Yanaşmıyor. Makedon Azınlığın temsilcileri, Yunan Milli Eğitim Bakanlığıyla beraber düzenlenmesi planlanan dilsel eşitlik konulu yuvarlak masa toplantısına alınmadı. Ülkesinde yaşayan azınlıklara karşı negatif tutumu uluslararası kuruluşlarca sürekli eleştirilen Yunanistan, resmen tanınmayan Makedon Azınlığın temsilcisi Gökkuşağı Partisi temsilcilerini dilsel çeşitlilik konulu toplantıdan çıkartarak, tavrında bir değişiklik olmadığını bir kez daha gösterdi. FUEN (Avrupa Halkları Federal Birliği) adlı Avrupa Azınlıkları çatı örgütünün Yunanistan’daki azınlık sorunlarına ilişkin yürüttüğü vaka tespit çalışmaları (fact-finding mission) dâhilinde Yunan Eğitim Bakanlığı ile gerçekleştirilmesi planlanan toplantılara, Makedon azınlığın temsilcilerinin katılımını resmen reddetti... Yunan Eğitim Bakanlığı Müsteşarı, FUEN yetkilileri ile “Gökkuşağı Partisi” temsilcileri olmaksızın görüşebileceğini ve söz konusu bu partinin ülkedeki dilsel çeşitliliğe ilişkin katılımcı ve muhatap olarak görülmediğini bildirdi. Yunanistan ülkesinde yalnızca bir Müslüman azınlığın bulunduğunu, bu azınlığın Türk kimliğini tanımaksızın kabul ediyor. Bunun haricinde Ulah, Arnavut ve Makedon azınlıkların varlığı hiçbir şekilde kabul edilmiyor. Yunanistan tarafından varlığı kabul edilmeyen Makedon azınlığı mensupları, varlıklarının kabul edilmesini, Makedon’ca eğitim veren okulların kurulmasını ve Makedon’ca eğitim veren üniversite kürsülerinin oluşturulmasını talep ediyorlar...” Bkz. Gümülcine’de yayınlanan 2 Aralık 2005 tarihli ve 135 sayılı Cumhuriyet Gazetesi. [12] Yunanistan’daki Türk azınlığın hukuki özerkliği hakkında geniş bilgi için bkz. CİN, T.: Yunanistan’daki Türk Azınlığın Hukuki Özerkliği (Müftülükler Meseleleriyle İlgili Yunan Yargıtay ve Danıştay Kararları ve Diğer Belgeler), Orion Kitabevi, Ankara 2009. [13] VALAKU – THEODORUDİ, M.: (Vartholomeos’un sunuş yazısının da bulunduğu) Politikes ke sintagmatikes ptihes tu kathestotos ton Neon Horon (Yeni Ülkeler Statüsünün Siyasi ve Anayasal Boyutları), Epektasi Yayınları, Katerini 2003. s. 122. [14] SİDİRAS, İ.: “İ deka ori tis Patriarhikis ke Sinodikis prakseos tu 1928 peri ton legomenon “Neon Horon” (Yeni Ülkeler Hakkında 1928 tarihli Patriklik ve Meclis Senedinin On Koşulu) 13.11.2003Tarihli Hronos Gazetesi. [15] Bu konuda geniş bilgi için bkz. CİN, T.: “Ekümenik Patrikhane Mi? Yoksa İstanbul Rum Başpiskoposluğu Mu?” HPD (Hukuki Perspektifler Dergisi), Sayı: 6, Mayıs 2006, s. 194 v.d. [16] Bu konuda geniş bilgi için bkz. CİN, Yunanistan’daki Müslüman Türk Azınlığın Din ve Vicdan Özgürlüğü, s. 149 v.d. [17] Peki, İstanbul Başpiskoposunu kim, nasıl seçmektedir? Bu soruya 1923 Lozan Barış Konferansından önce ve Lozan Barış Konferansından sonraki durumlar göz önünde bulundurarak, iki aşamada cevap verilebilir. a) 1923 Lozan Barış Konferansından önce yapılan Patrik seçimlerine bakalım. Osmanlı döneminde Patriklik makamının boşalması halinde Despotlar/ Metropolitler ile muhtelit meclis toplanarak, Despotlar arasından Patrik Naibini (Kaymakamını) seçerler ve sonucu Babıâli’ye bildirirlerdi. Patrik Naibi 41. günün sona ermesinde Patrik adaylarının listesini Babıâli’ye verirdi. Bunun üzerine Babıâli tarafından Patrik aday listesi incelenir, “devletin itimadına mazhar olmayan ve eba ecdat saltanatı seniye tebaasından bulunmayanların” isimleri listeden çıkarılır, geriye kalan üç kişi arasından Patrik seçilmesi istenirdi. Patriğin seçimi, Despotlarla semt sakinlerinden, esnaf arasından seçilen temsilciler tarafından yapılırdı ve bu seçimlerde Osmanlı Devletinin siyasi dairesinde görevli 3 memur, miralay rütbeli iki kişi ve kapı kethüdası oy kullanırdı. Bu seçimlerde, seçme hakkı münhasıran tebaayı saltanatı seniyeye aitti. b-) 1923 Lozan Barış Antlaşmasından sonra Başpiskopos seçimleri dediğimizde, Başpiskoposluk makamının boşalması durumunda kutsal meclis kendi arasından seçimi idare edecek olan kişiyi seçer. Seçilen kişinin riyasetinde kutsal meclis Başpiskopos adaylarını tespit eder ve Despotlara/Metropolitlere bu durumu bildirir. Daha sonra İstanbul’da bulunan Türk vatandaşı Despotlar İstanbul Başpiskoposluğunun Kilisesinde toplanarak İstanbul Başpiskoposunu seçerler. Bu işlemlerin en geç kırk beş gün içinde tamamlanması gerekir. [18] Bkz. CİN, T.: “Türkiye İle Yunanistan Arasındaki Azınlık Sorunlarında Mütekabiliyet İlkesi”, HPD, Hukuki Perspektifler Dergisi, Sayı: 9, İstanbul 2006. [19] VRUSTİ, Hr. D.: “To paradokso tis iparksis ierodikasto stin Ellada tis Evropayikis Enosis (Avrupa Birliği Üyesi Yunanistan’da kutsal Yargıçların Varlığı Paradoksu)” FAKELOS TURKİAS (Türkiye Dosyası), Nea Politiki (Yeni Siyaset), Aylık Siyasi Dergi, Cilt: I., Papazisi Yayınları, Atina Ekim 2005, s. 35 – 37. |
6485 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |